ÇABASIZ

Annesinin dikiş makinesine tutuklanmış nakışın haykırışları eşliğinde dışarıdan geçen insanları izliyordu. Biraz konuşuyor, sonrasında kelimeler onu terk ediyordu. Beyhude bir yaşamın tam ortasındaydı; günlerini eskitiyordu, hayat onu eskitmeden. O, hayatından emekli olmuştu, diğer insanların koşturmacalarının aksine. Eski zamanlarını, çocukluğunu, aklının merkezine koyduğu tüm geçmişini avuçlarında tutuyordu; geleceğinin merkeze girmeye hakkı yokmuş gibi… Dışarıdan geçen bu insanları izlerken aklından çeşitli senaryolar kurguluyordu. Kimi senaryo kendiliğinden gelişiyordu, kimisi de zihninin yorgunluğunda uyuyakalıyordu. Örneğin, yoldan elinde poşetlerle geçen yaşlı bir kadının elindeki poşetlerden usanmış hâlini ve keşke yardım eden olsa diye içinden attığı sessiz çığlıklarını duyabiliyordu.
Bazen de akşamüstlerinin farklı kişiliği ve kişiye inziva hissi veren düşüncelerine dalıyor ve o zaman sadece akşamüstü insanlarını izliyordu. Onlar daha çok içlerinde adlandıramadıkları girizgâhlara gövdeler arıyorlardı. Hep telaş ve neşe duvarlarını örüp bu iki zıt kutbu bir arada yaşıyorlardı.
Çocukları gördüğü zaman içini onlara özendiği çocuksu bir heyecan kaplıyordu ve bu noktada aynı çocuklar havasında, Aşk-ı Memnudaki Behlül gibi, kaçmak istiyordu hayatın işine gelmeyen boş karmaşalarından.
İnsanları izlediği, kendince bir aktivite olan, bu çabasız yorulmaları çok seviyordu ve en sonunda yine kendine dönüyordu. Çünkü insan dönüp dolaşıp yine kendine dönüyordu her defasında farkında olmadan. Kendisiyle verdiği bu savaş bir sıcak bir soğuk olduğunda, eskiyi özlüyordu eksilerek. Zihninde sağ kalan fotoğraflanmış anılarını kurcalayıp en çok da yüzüne taşımaya çalıştığı ifadesini sabırla ilmek ilmek işliyordu.
ŞEVVAL CANSIZ
