Tanımlanmamış bir sözcük gibidir bazen hayat…Bir anlamı vardır ama kimse
tarafından tanımlanamaz; bir isim koyulamaz. Kalıplaşmış, sıkışıp kalmıştır
basmakalıplığın içine. Bir ismi olmadığı için de herkes tarafından çok anlamlar
yüklenir, çok başlar ağrıtır. Bu tanımlanmamış sözcük olan hayat herkes tarafından
kaleme alınır; yazılır, çizilir…Kiminin sözcüğü ağır gelir taşımaz, kiminin ise hafif kalır
doldurmaz. Tam bir paradokslar kümesidir. Çok anlam yüklenildiğinde şımarır, üzer;
anlam yüklenilmediğinde ise fısıltılar gibidir sessiz ama rahatsız edici..
Tanımlanması için de bir şeyler yaşamak gerekir: Gökyüzünü izlemek, gökyüzünün
kuşlarını çağırmak, onlarla konuşmak…Güneşin göz kırpışından utanmak; utanırken
de gözleri kamaştırmak…Baharın hoş kokulu havasını solumak; solurken de
manzarasıyla yaşamak…Rüzgarın fısıltısından savrulan nazenin çiçekleri tutmak,
koklamak…Toprağın çetinceviz dokusunda yürümek, yürürken de hissetmek…
Salıncakta sallanmak; sallanırken de saf ve masumluğun kıyısında yüzmek…Fırçalar
alıp duvarlara boyalarla seslenmek ve şarkılar söylemek…Şiir yazmak; yazarken de
cümleleri ilmek ilmek işlemek…Masallar dinlemek, dinlerken de kendi hayatının ana
kahramanı olmak…Zahmetsizce yağmurun dans edişine tanıklık etmek…Tozlu raflar
ardındaki kümelenmiş fotoğrafları çıkarmak; geçmişi özlemek…Zihninde kısık sesle
çalınan ninniyi dinlemek; dinlerken de bir bebek edasında
gülümsemek…Gülümserken de hayata tanımını vermek ve onu adlandırmak…
