İnsan bazen hayatın tam ortasında durur, etrafında her şey akarken içinde bir sessizlik büyür.Ne tam bir mutsuzluk ne de tam bir huzur… Sanki ruh, anlamını kaybetmiş bir melodiyi hatırlamaya çalışır gibi.
Nietzsche, bu sessizliğin içindeki fırtınayı yaşadı.Onun için varoluş, sadece “yaşamak” değildi — anlam arayışıydı.İnsanın Tanrı’yı sorgulaması, aslında kendini sorgulamasıydı.O, Tanrı’nın öldüğünü söylerken kibirli değil, kederliydi; çünkü Tanrı sustuğunda, insanın iç sesi de sustu.Gerçek trajedi, Tanrı’yı kaybetmek değil, anlamı kaybetmekti.
Dostoyevski ise o anlamı ararken insanın ruhundaki çatışmayı gördü.Ona göre insan hem günaha meyilli hem de iyiliğe özlem duyan bir varlıktı.Bir yanıyla Tanrı’ya sığınmak ister, diğer yanıyla ondan kaçar.İçinde iyiyle kötünün sürekli kavga ettiği bir sahne vardır —ve o sahnede her insan kendi romanının kahramanıdır.
Psikoloji bu durumu “içsel çatışma” diye açıklar.Bilinç ile bilinçaltı, arzular ile vicdan arasında süren bir savaş…Kimi zaman depresyon diye adlandırırız, kimi zaman boşluk hissi,ama aslında bu savaş insan olmanın kaçınılmaz bedelidir.
Yine de o sancının içinde bir umut gizlidir.Çünkü insan acı çektiğinde düşünmeye başlar,düşündükçe olgunlaşır, olgunlaştıkça içindeki Tanrı’ya yaklaşır.Belki de yaratıcıyla bağ kurmanın yolu, o sancıdan geçer.Dostoyevski’nin dediği gibi, “Acı çekiyorum, öyleyse varım.”
İnsanın varoluş sancısı, bir ceza değil, bir çağrıdır aslında.Tanrı’ya, kendine, hayata dönme çağrısı.Ve insan, bu çağrıyı duyabildiği sürece hâlâ yaşıyor demektir.